Adını taşıyorum. Yavaş yavaş eriyen kemiklerinle beraber. Adını
taşıyorum fakat gözlerindeki soluk yeşili ve anlaşılmaz maviyi almamışım
senden. İnsanın son zamanlarında gözlerinin rengi giderek pas tutar mı? Senin yosun
tutmuş pas yeşilinde ben kendi ihtiyarlığımı hissederdim. Ellerinle bana kendinden
bir parça verdin. Tespih çeken pamuk ellerin toprakta şimdi. Bu sene buradan
giden dördüncü kişi oldun. Üç tanesini aynı gün uğurladık toprağa. Ay batınca
öldüler kışın en soğuk gününde. Senin gidiyorsun, dört gün önce, yine kış yine
soğuk. Yağmurlu günlere yakışır mıydın?
Ben bu ölümleri bir türlü çözemedim. Belki çok hassas oldum
fakat duygularımı doğru konumlandıramadım. Düzgün üzülemedim mesela bunlar hep
anlamlandıramamaktan. Senin gidişinle artık kabul ediyorum. Adını taşıyorum. Sabrını
de taşımak isterdim. Tanıdığım en iyi insan ve en sabırlı kadındın. Kavga eden
çocuklarını bahçedeki zeytin ağacının en ince dalıyla ayırırdın. Sen denizlerde
boğuldun, kalbin hep yaralıydı. Çocuklarını yatılı okula gönderirken çok
ağladın, on bir yaşındalardı. Evden o gün çıktılar ve bir daha geri
dönemediler. Dün elli bir yaşındalardı ve seni uğurlarken çok ağladılar. Her bir
torunun toprağa dokundu. Onlar tabutu taşıdılar, ben adını taşıyorum. Aynı denizde
mi boğulacağız diye düşündürüyor bu beni. Gözlerindeki denizin yeşil mavisini
ise bir türlü anlayamıyorum. Çok üzgünüm gittiğin için. Keşke anlayacak zamanım
olsaydı. Çektiğin acılar için hep üzgündüm, kanser konusunda da hep üzgün
kalacağım.
Antika pazarı gibi bir evdeyiz şimdi. İkinci elci pazarcının
burun deliklerinde ince bir tütün rüzgârısın. Sen benim içimde hep biraz
yarımsın. Herkesin acısını içinde bilensin. İçindeki putları yıkan kimdi? Sen bazı
İbrani peygamberlerin sabrını taşırsın. Çocuğun ayağını kıran hayvandan hiç
korkmadan bahçeye atlayansın. İpini tutup direğe bağlayansın. Herkesin bir
köşeye kaçtığı o bahçede beni kucağına alansın. Oradan hacca uğurlanansın. O bahçeden
yol geçirdiler şimdi yalnızca iki zeytin ağacı bıraktılar. Sen de adını taşıyan
iki çocuk bıraktın ardında. Birinin iki çocuğu var, diğerinin pek bir şeyi yok.
İki zeytin sadece. Bir de ilaçların kalmış fare kapanları olan odada.
Velhasıl otuz beş kilo bir kadın benim tanıdığım en güçlü
insandı. Evinden gidişi yüzümde bir yaraydı. Yarayı hissederdi kalkar sarılırdı
bana. Kolunu omzuma atardı, divanda yan yana otururduk. Sonra oturmak istemedi,
yatar oldu. Kedisi gelir yanına kıvrılırdı. Sonra duymaz görmez oldu. Ama yanına
geleni hep hisseder, elini öpmesinden tanırdı kimin geldiğini.
Günlerce uyusan bile geçmeyecek acılar bunlar. Babam on kilo
vermiş. Günlerce uyumamış, acısı geçmeyecek. Annesi ölmüş yalnız bir babasın,
Kudüslü bir oğlanın ağlamasıdır bu. Bizler duyamayız göremeyiz. Gözlerimiz pas yeşili
artık, bu yeşili anlamazlar.
Öyle bir üstümüzden geçti ki bu yıl, bir daha hiçbir şeyin
eskisi gibi olamayacak. O evdeki antikalar satılmayacak. Açılmamış ilaçlar
eczaneye geri verilecek. İşitme cihazın elimde. Mezarından aldığım taş
çantamda. Adını taşıyorum. Bazen kanındaki enfeksiyonu kanımda bile
hissediyorum. Bir tek toprağı hissedemiyorum. Yine de rahat uyuduğunu biliyorum.
Yetmiş sekiz yaşında seni neden yazdığımı da biliyorum. Bazı
şeylerin gerçek olduğunu anlayabilmem için yazmam gerekiyor. Çünkü geçtiğimiz şubattan
beri gerçekliğimde sorunlar var. Bazı ölümleri hâlâ kabullenemiyorum mesela. Yas
üstüne yas. Çocuk üstüne çocuk. İlaç üstüne ilaç. Toprak üstüne toprak.
İçimde hep buruk bir his, yüzümde hissettiğim bir yara
olarak kalacaksın. Adını seviyorum. Huzur içinde uyu.
Yorumlar
Yorum Gönder